Arkadaşlarıyla Age Of Empires Oynamaya Giden Gencin Komik Hikayesi

– 5-6 arkadaşım sürekli buluşup Age of Empire oynuyorlardı. Ben sadece single player oynayan bir kişi olarak o ana kadar cesaret edememiş, multiplayer’da onlarla oynamak istediğimi bir türlü dile getirememiştim.

– Günlerden bir gün arkadaşlarım bir oyunda yer almam için bana teklifte bulundular. Mutluydum, rastgele ülke seçilecekti, herkes oyuna hakimdi fakat ben Tötonlardan başkasıyla oynayamıyordum. Şansıma bana hiç sevmediğim Kore gelmişti…

– Multiplayer dünyasının kuralları bambaşkaydı, oyuna başladığımızda grubun baskın karakterli kişiliği ve aşırı solcusu olan Hulki oyunun kurallarını tek tek anlatmaya başlamıştı. Kurallardan anladığım kadarıyla, gelişmek için bir süre birbirimizi bekliyor ve sonrasında….

– …..oluşturduğumuz büyük ordularla birlikte haritanın ortasındaki bir meydanda kıyasıya savaşıyorduk. Sevecen bir orospu evladı olan Limp Bizkit hastası Ekin yanıma gelerek, oyunu çok iyi bilmediğimin farkında olduğunu ve bu yüzden yapmam gereken şeyin…….

– …..gelişimimi 3. seviyeye getirdikten sonra bol bol “Kore arabası” basmak olduğunu, diğer konularda bana yardımcı olabileceğini güzelce söyledi. O’nu başımla onayladım ama dediği hiçbir şey sikimde değildi. Ben bu oyunun kurallarını değiştirmeye gelmiştim.

– İnternet kafedeki yerlerimizi almıştık, ben biraz düzenli bir insan olduğum için işçilerimin ve askerlerimin kalacağı evleri inşa etmek konusunda açıkçası biraz titiz davrandım. Diğer çocuklar, özellikle Kocaelili olan Dedow, kontrol ve klavyedeki diğer tuşlara beraber basarak adeta Sao Paolo’daki favelaları andıran mahalleler inşa ediyor, halkına zerre saygı göstermiyordu.

– Ben ise adeta Halkalı toki konutlarını andıran düzgün ve nizami evler yapıyor belirli sayıdaki işçimi çileğe gönderiyor, kimilerini ise taş toplamaya yolluyordum.
Taş toplayanları belirli aralıklarla dinlendiriyor ve tarlalara gönderiyordum. Halkım mutluydu. Kolluk kuvvetleri için 10 tane mızraklı asker basmıştım ve bunları belirli köşe başlarına koymuştum ki halkımın başına bir iş gelmesin.

– Fakat o da ne diğer çocuklar adeta çılgınlar gibi gözetleme kuleleri dikmiş, bir takım kaleler inşa ederek güzelim doğayı adeta Gebze sahiline çevirmişlerdi.
Oluşturulan orduları görünce paniğe kapıldım, bu da yetmezmiş gibi oyunun kurallarını anlatan piç, “beyler son 5 dakika!!” diye bağırmıştı.

– Panik olmuştum, Ekin’den biraz borç altın ve taş istedim, tüm gücümle asker basacaktım, “Kore arabası bas bol bol” demişti fakat ben daha tekerleği bile icat edememiş bir eşek sürüsüne hükmediyordum.

– Derhal ani bir kararla işçilerimi yakındaki bir ormana kaçırmaya çalıştım fakat beni dinlemeyip odun kesmeye, ve kestikleri odunları şehir merkezine getirmeye başladılar. Sonradan düşündüm ve bunun aslında kötü bir fikir olmadığı kanısına vardım.
Sonuçta benim gibi büyük ve acımasız hükümdarların sonunun ne olacağı belli olmazdı. O odunlarla şehir merkezimi ateşe verebilir ve halkımla beraber Aasgard’da tanrılara hesap verebilirdik. Gerçi hepsi 1.50 olan çekik gözlü bu ibişlerle Odin ve tayfası bizi nasıl karşılardı bilmiyorum ama ben bir yolunu bulurdum. Ekin’in gönderdiği para ile ordu kuracağımı hayal ederken bütün parayı harcamama rağmen karşımda duran asker sayısı ile ancak Olivium’u basabilirdim. Durumum kötüydü, müttefik arkadaşlardan biri gelerek ekranıma ve neler yaptığıma baktı.

– Sonrasında ise “ezehehe mezehehe” şeklinde dalga geçerek gitti. Sinirlenmiştim. Ben bu oyunu bozacaktım. İkizler lejyonu, güneş imparatorluğunu kuracak ve bütün dünyanın böğürtlenini, taşını, odununu elin adamlarına taşıtacaktı.

– Yaklaşık 20 kişiden oluşan birliğimle haritanın en kıyısına kadar götüm götüm ilerledim. Başlarında ben de vardım, karşı tarafın en zayıf adamı benim merkezime yakın bir yerdeydi, Britonlarla oynuyordu. okçuları sağlam ve cesur adamlardı.

– Tarihçilere göre Agincourt’ta 600 briton okçusu koca bir Fransız soylu sınıfını çamura gömmüşlerdi. Korkmuyorduk, ortalıkta asker gözükmüyordu.

– Game of Thrones’u okuyan ben, kendimi Brave Companion’un başındaki Locke gibi hissediyordum.
Bizler cesur askerlerdik. Adamlarımı bir hışımla düşmanın tarlalarına saldırttım. Köylüyü, madenciyi, acımasızca kılıçtan geçiriyorduk. Bu arada koyunları güden kadın iki adamımı öldürmüştü. İki adamımı öldüren çoban kadını gördükten sonra birliklerime geri çekilme emri verdim…

– Bu arada 3 adamım hala tarlaya kılıç sallıyorlardı. Merkezime bir okul kurmam gerektiğini o zaman anladım. Toprağa kılıçla vurmalarının gereksiz güç kaybı olduğunu ve koyunları güden bir kadının savaşçı olmadığını onlara anlatacak bir lidere ihtiyaçları vardı.
Geri çekilme esnasında askerlerimi yanlış yoldan geri götürdüğümü diğer bir düşmanın merkezine girdiğimde anladım, o sırada adamlarını öldürdüğüm diğer eleman gariban işçilerinin neden öldüğünü anlamaya çalışıyordu.
Ekranın başında sinsice gülümsedim, yırtmıştım daha fazla köylü öldürebilirdim, böylece savaşı ana kaynaklarından mahrum edecek ve pahalı olan askerlerimi ziyan etmemiş olacaktım. Moğollar gibi…

– Silahsız köylüleri, sürekli türkü söyleyen din adamlarını, ve otlayan koyunları öldürmek benim için adeta bir tutku olmuştu. Kahkahayı attım.
Kahkahayı atmamla beraber kafama bir tokat yedim. Arkamdaki Hulkiydi ve ağız dolusu bir şekilde, “Be a*ına kodumun evladı sen napıyorsun?”
“Neden adamların köylerini tarlalarını yakıyorsun?” dedi. Cevabım hazırdı. Savaşı erkenden bitirmek ve hepsine hükmetmek istediğimi ilettim. Gözüm durmadan seğiriyordu… Bana deliymişim gibi baktı. Oyundan atılacağımı ve bir daha asla beni aralarına almayacaklarını söylüyordu.

– Umrumda değildi çünkü sarı renkli düşmanımın ana binasını kılıçlarla bir şekilde alevler içinde bırakmıştım. Adamlarım binayı vura vura yaktılar. Sıkıntılı ama iyi niyetli askerlerim vardı. Gözlerim dolmuştu, yanlış anlamayın hırstan değil, sevinçten…
Çünkü benim aptal adamlarım köylüyü, çiftçiyi öldürmeye devam ediyorlar, devrik hükümdarlarına sırtlarını çevirmiyorlardı. O sırada 120 kişilik bir Briton okçusu ekibi ile beraber yaklaşık 150 kişilik Töton şövalyesi gelerek, 1 mayısa gelmiş gariban işçileri dağıtır gibi…..
…adamlarımı dağıttılar, öldürdüler…

– Şehrime geri kaçmıştım. Köylüler şehir merkezini odun içinde bırakmıştı, bu odun stoğuyla Ümraniye’de Nato Yolu’nda bir mobilyacı açabilir ve ömrüm boyunca hacca gidip gelebilirdim.
Bu arada köy halkı yanımda götürdüğüm adamların hiçbirisinin geri dönmemesine zerre şaşırmadılar. Ben bu köylülerin tipini s*kiim. Derhal aristokrat sınıf oluşturmalıydım. Olan paramla üniversite inşa edecektim. Öyle de yaptım. Gözüme kestirdiğim 3 adamı koca bir üniversite inşa etmekle görevlendirdim.

– Bende de sıkıntı vardı. İnşaatı izlemeye dalmıştım. İnşaat hızlı ilerlemiyordu, temel atıldıktan sonra bir süre bekledim. Market bile olmayan şehrimde, Michigan State’le yarışacak bir kampüs inşa ettiriyordum.

– Caligula bile benden akıllıydı, Reichstag’ın Berlin’i, Caesar’ın Roması gibi ultra bir metropole hükmetmek isterken Sarıgazi mahallesinin muhtarından farkım kalmamıştı.
artık hiç askerim ve kaynağım kalmamış, bununla beraber arkadaşlarım tarafından da aşağılanmıştım.

– Sadece birkaç silahsız insanı öldürmek ve milletin bağını bahçesini sorgusuz sualsiz yakmak suçsa… evet suçluydum. İnternet kafe sahibi, ince bıyıklı, mikro Muzaffer Abi’ye saatlik paramı ödeyip, karanlık sokaklarda koşarak evime döndüm. Daha güçlü geri dönecektim…

Kaynak: https://twitter.com/Legiogemina/status/1285312440134258688