Hayko Cepkin ve Diğer Rockçılar Neden Şehirden Kaçıp Kırsala Yerleşti?

Şimdilerde kentten kırsala göç trendi var. Uzun yıllar büyük kentlerde yaşayanlar hayallerindeki hayatı yaşayabilmek için özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerindeki sakin bölgelere göç ediyor. Kentin trafiğinden, gürültüsünden, stresinden uzak sakin bir yaşamı tercih ediyor. Bu kervana ünlü isimler de dahil. Ünlü rockçılardan Aylin Aslım Kaş’a, Hayko Cepkin Kuşadası’na ve Mor ve Ötesi’nin bas gitaristi Burak Güven ise Göcek’e yerleşen isimler arasında.

RedBull.com için özel röportajlar yapan Melis Danişmend sırasıyla bu ünlü isimleri ziyaret ederek yeni hayatlarına dair bilinmeyenleri konuştu.

AYLİN ASLIM:

“Hiç o kadar abartılacak bir karar değil aslında. O kadar zor değil. Avustralya’ya taşınmıyorsun ya da Amerika’ya. Gayet yakınsın İstanbul’a, ailene, eşine, dostuna. Aynı dili konuşuyorsun, vize almıyorsun. Ama tabii uğraşacak bir şey bulman gerekiyor.”
Seni Kaş’a ne attı?

İstanbul attı beni. İstanbul beni kustu hatta.

Ne zaman karar verdin buraya gelmeye?

2010-2011’den beri, ‘Nereye gitsem?’ diye düşünüyordum. O zamandan beri çok mutsuzdum İstanbul’da. Bir baktım evden çıkmıyorum. ‘Evden çıkmıyorsam burada niye yaşıyorum?’ diye düşünmeye başladım. Zaten hep biliyordum etrafımda ne olmasını istediğimi ama sıra gelmiyordu. Gençken başka öncelikler var, yapmak istediğin işler var şehirde. Onları yapmak için orada olman gerektiğini biliyorsun ve böyle bir ihtimal düşünmüyorsun. Belki o zaman İstanbul da o kadar korkunç değildi. Ama hep rahatsızdım ben, kornasından, trafiğinden, insanların öfkesinden. Son beş-altı yıl çok daha ayyuka çıkmıştı. Zehirlendiğimi hissettim bayağı. Evin içinde de bunu hissediyordum. Camdan baktığımda açık gökyüzü görememek… Binaların içinde, tuğlaların içine birikmiş böcekler gibi görünüyordu insanlar bana. Ciddi söylüyorum. Onun hep çok yanlış bir hayat olduğunu hissettim. İnsan o kadar yanlış hissettiği bir şeyin içinde ne kadar durabilir?

Bunun üzerine nasıl gidebileceğini mi planlamaya başladın?

Hep düşünüyordum, hiçbir şey bulamamıştım. ‘Oraya gitsem şöyle mi olur, böyle mi?’ diyordum. Yurtiçi ya da yurtdışı. Bir yandan da beş yıldır sürekli yaz-kış Kaş’a geliyorduk. Kendimizi iyi hissediyorduk burada. Sonra burada arkadaşlar edindikçe, onların hayatlarını nasıl değiştirdiklerini gördükçe, onlara danışarak böyle bir şeyin mümkün olacağına inanmaya başladım. O kadar da yapılamaz bir şey olmadığını gördüm. Şimdi soran herkese aynı şeyi söylüyorum. Hiç o kadar abartılacak bir karar değil aslında. O kadar zor değil. Avustralya’ya taşınmıyorsun ya da Amerika’ya. Gayet yakınsın İstanbul’a, ailene, eşine, dostuna. Aynı dili konuşuyorsun, vize almıyorsun. Ama tabii uğraşacak bir şey bulman gerekiyor. Bu yaşta emekliye ayrılıp bütün hayatı tatil gibi yaşamak gibi bir isteğim yoktu, o yüzden beni meşgul tutacak, seveceğim bir şey bulmam gerekiyordu. Yine de aklımda bir bar yoktu. Çok daha sakin bir meşguliyet arıyordum.

Bar açma noktasına nasıl geldin?

Buraya gidip gelirken ortağım Eren’le ne yapabiliriz diye düşündük. Şu an Gagarin’in olduğu bina yenileniyordu. Gidip görüştük, beğendik. Ama ben hiçbir şey bulamasam bile bir sene daha İstanbul’da kalamayacağımı biliyordum. Artık sokaklarda bağıran deli kadınlar gibiydim. Taksiciye, ona buna. Bir gün takside, ‘Allah’ım ne olur beni bu şehirden al,’ diye dua ederken buldum kendimi. Şoför yaşlı bir amcaydı, ‘Kızım senin bu şehirden gitme vaktin gelmiş,’ dedi. Karar aldım, her şey belli oldu, mekanı tuttuk, evi tuttuk, bir ay kalmıştı gitmemize, tuhaf şeyler olmaya başladı. Sanki İstanbul’dan gitmezsem ölecekmişim gibi. Yeşil yanıyor mesela Beşiktaş ışıklarda, güruh halinde karşıya geçiyoruz. Yayaların üstüne bir araba dalıyor, annemle kendimi zor kurtarıyorum, önümüzdeki bir kıza çarpıyor, şoför gülerek gidiyor falan. Başka bir sefer karşıdan karşıya geçerken bakıyorum araba çok uzakta, birden öyle bir hızla geliyor ki zor atıyorum kendimi kaldırıma. Bunun gibi o kadar çok şey oldu ki, ‘Herhalde kafama bir şey düşecek ve öleceğim gitmezsem,’ dedim. Garip garip hisler gelmeye başlamıştı (gülüyor).

Çok dolmuş bir şekilde buraya gelmişsin ama ilk yerleştiğin zaman tam olarak ne hissettin?

İlk bir ay idrak edemiyorsun. Evden çıktığında Kaş’ta olduğunu görmek bir garip geliyor. ‘Ben burada mı yaşıyorum artık?’ diyorsun.

Bir müddet tatilde gibi mi hissediyorsun?

Biz hiç tatilde gibi hissetmedik çünkü mart sonunda geldik, mayıs ortasında dükkanı açmış olmamız gerekiyordu. Geldiğimizde inşaat halindeydi dükkan, o kadar az bir vakit vardı ki, evi taşı, dükkanı sıfırdan var et derken aslında çok anlayamadık Kaş hayatını. Hep iş oldu. Ama şikayetçi değildim bundan, iyi geldi değişik bir şeyle uğraşmak.

Yılların barlarda geçti mesleğin sebebiyle. Bir gün işin öbür tarafına geçme hayalin var mıydı?

Hiç! Zaten sana şöyle söyleyeyim, yıllarımız barlarda geçti hepimizin evet ama hiç alakası yokmuş, bambaşka bir iş bu. Gece hayatını bildiğini zannediyorsun ya, barın öbür tarafında olmak, sabit durmak, ayık durmak, eğlenip giden tayfadan olmamak çok değişikmiş. İnsanların ne kadar manyak olduğunu çok daha başka bir perspektiften görebiliyorsun (gülüyor). Hiç beklemediğin insanların neler yaptığını. Müşteriyken fark etmeyeceğin şeyler. Her gece orada durmak ve insanları gözlemlemek çok ilginç oldu.

Bar sahibi olunca, ‘Ooh içeyim, hep beraber eğleniriz,’ de denilmez.

Yok. Herkesten ve her şeyden sorumlusun. Her an gözlerin açık olmak zorunda. Aksaklıklar olabilir. Sonuçta insanlar içki içiyor, biraz kendilerini kaybetmeye geliyorlar oraya. Onlar kendilerini kaybetmişken sen onları tutmak zorundasın. Sen de onlarla birlikte kaybolursan kaosa doğru gider orası.

Zaten bu iş dışarıdan hep çok eğlenceli görünür de arka planı bambaşkadır.

Bu şeye benziyor, biz sahneye çıkıyoruz ve en yakınlarımız bile, ‘Aa ne güzel eğleniyorsunuz,’ diyorlar ya. Öncesi, o acayip süreç, şarkıları yazmak, kaydetmek, albümün çıkmasını sağlamak, çıktıktan sonra tanıtmak, konserlere çıkmak yok, biz bir gecede çıkıyoruz o şarkıları söylüyoruz iniyoruz, partiliyoruz zannediliyor. ‘Ne güzel her gün denize giriyor musunuz?’ var mesela. Deniz mi? Sabah yatıyoruz, akşam uyanıyoruz ve sonra yine dükkana gidiyoruz.

Barı açmadan önce birilerinden danışmanlık aldın mı? Yıllarını bu işe vermiş arkadaşlarından tavsiyeler mesela?

Yok, hiçbir şey almadım (gülüyor). Eren’in deneyimiyle birlikte iyi bir iş bölümü oldu. Ben daha müzik ve insanlarla ilişkiler, o daha operasyonel kısım. Ben hayatında DJ’lik yapmış bir insan değilim, her gece çalıyorum burada. El yordamıyla yaptım her şeyi. Zor ve stresli bir yıldı. Bu kadar bilmeyerek girdiğini bilmek insanı diken üstünde tutuyor ama başarılı oldu çok şükür ki.

Burayı açarken, ‘Şunlar hiç olmasın, şunlar mutlaka olsun,’ diye düşündüğün şeyler var mıydı?

Sevdiğim müziği çalmak istiyordum. Onun dışında da çok spesifik bir şeye gerek kalmıyor. Müzik o kadar eliyor ki zaten gelecek kitleyi. Rock sevmeyen bir insan bizim dükkanda mutlu olmaz. Çaldığım müzikle burası oldu bence. Aldığımız güzel yorumlar hep müzikle ilgiliydi ve o da çok mutlu etti beni. İnsanların müzikten mutlu olması artık İstanbul’da unuttuğum bir yorumdu. Müziğe bakış ve müziğin takdir edilemeyişi… O kadar dolmuşum ki o konuda da. Mekanda bir şeyleri doğru yaptığımızı gördüğüm için bu sene çok daha hafifim. Endişelerim çok daha az.

Nasıl bir profil geliyor?

Müzik seven insanlar. 25 yaş ve üstü. Kaş’ta yerleşik orta yaş üstü ciddi bir nüfus var, müziksever. Ve tabii çoğu takdir edersin ki rock severler.

Senden hiç haberi olmayan, gelip de şaşıran oluyor mu?

Oldu. Geçen sene çok oldu.

Komik şeyler oldu mu?

(Gülüyor) Neler neler. Ben DJ kabinindeyim, bir adam geliyor, aramızda bir metre var sadece. Eren’e gayet duyulabilir bir ses tonuyla ve kaşlarıyla işaret ederek, ‘Bu Aylin Aslım mı?’ diye soruyor. Eren, ‘Kendisine sorsana,’ diyor, adam hala kaşlarıyla, ‘O mu o mu?’ diyor. Sonra, ‘Aylin Aslım burada çıkıyormuş?’ diye gelen var. ‘Çıkmıyor, mekan onun,’ deyince de, ‘Oradaki mi? Ha çok değişmiş tanıyamadım, neyse gelirim sonra, celebrity falan takılırız,’ diye gidiyor.

Hiç problem yaratacak müşteri oldu mu?

Yok. Çok doğru bir zamanımda gelmişim buraya. Bir beş-altı yıl önce gelseydim, problemin kralını yaşardım ya da yaşatırdım herhalde (gülüyor). Mesela bir şeyler söylüyorlar, gülüyorum. Komik geliyor. ‘House çalar mısın?’ diyor. Çalan şarkıları görüyorsun, nasıl buranın bir elektronik müzik kulübü olabileceğini düşünüyorsun? Bir anda herkes dans edip kopacak mı? Mekan kültürü olan insan zaten girince anlıyor, sararsa duruyor, sarmazsa çıkıyor. Hiç olmayacak bir şeye dönüştürmeye çalışmıyor mekanı. Wi-Fi yok diye bozulup giden oldu. Sanki yurtdışındasın da data roaming’ini açmak zorundasın! (gülüyor) Tecrübeler işte. İnsan tanımaya devam.

Niye adı Gagarin?

Çok düşündük. Br sürü isim bulduk, beğenmedik. İkonlaşmış insan isimleri mi olsa diye düşünürken Yuri Gagarin geldi aklımıza. Gagarin’i ben annemden öğrenmiştim. Annem de dedemden öğrenmiş. Uzaya ilk gittiği gün radyo yayınını dinlemişler. Dedem anneme not aldırmış, ‘Yuri Gagarin bugün uzaya çıktı,’ diye. Öyle minik bir anekdot da var.

Ne güzelmiş.

Evet. Bir de şunu fark ettik, bize öğretilmiyor Gagarin. Hep aya ilk çıkanın Neil Armstrong olduğu öğretiliyor. Halbuki ondan sekiz yıl önce uzaya gitmiş. Eğitim sisteminde yok bu, ben de annemden öğrendim mesela. Burada dükkanı açtık, Gagarin’in anlamını soruyorlar, ‘Ne hakkında?’ diyorlar. O zaman iyice anladım doğru yaptığımızı. Gagarin’in kim olduğunu böyle bir sebeple öğrenmesi bile bir şey. Adamın hak ettiği şöhrete çok mikro bir katkımız olsa da bilinsin istedik.

Mekandan çıkıp eve gidip uyuman sabahı buluyor değil mi?

6’yı buluyor. Hemen de uyuyamıyorsun. Sahne sonrası adrenalini gibi oluyor gerçekten. Zaten hala ‘müşteri’yi ağzıma alıştıramadım, ‘seyirci’ diyorum (gülüyor).

Çok tatlıymış.

‘Güzel bir seyirci vardı bu akşam,’ diyorum (gülüyor). Çünkü sanki müşteri gibi değiller, müzik dinlemeye geliyorlar, ama dinleyici desen o da değil. Ne bileyim. Müdavim olabilir. Müdavim barı olması çok hoşuma gitti çünkü biliyorsun biz gittiğimiz her yerin müdavimi olup gittik. İnsanların müdavim olmak isteyeceği bir yer yapmış olmak beni mutlu ediyor.

Yoruluyor musun?

Çok. Hayatımda bilmediğim türde bir yorgunluk. Hiç gece uykusu alamıyorsun. İstanbul’daki hayatımda gece geç yatardım ama bazı geceler 2’de uyursun, bazı geceler 1’de uyursun filan. Altı ay her gün sabah yatıp gündüz uyuyunca vücuda başka şeyler oluyormuş.
Onu nasıl dengeliyorsun? Atıyorum yürüyüş, yoga, vs.
Hiç öyle bir enerjim kalmıyor. Bayağı şarjın hep yüzde 20’ymiş gibi yaşıyorsun (gülüyor). En son dizlerimin bağı çözülüyormuş gibi hissediyordum sezon sonunda. Kışın dengeleyebiliyorum ancak.

Gündüzün nasıl geçiyor?

Uyandıktan sonra kahve içip bir şeyler yiyip yazmam gereken yazıları yazıyorum. İstanbul’daki konser, vs. işleri için hep bir mail ve telefon trafiği devam ediyor. İki köpeğim var onlarla vakit geçiriyorum. Zaten sonra akşam oluyor, mekana gitmem gerekiyor. O yüzden sezonda çok sosyal bir hayat yaşayamıyorum.

Şarkı yazma isteği geliyor mu?

Gelsin diye geldim buraya. Öyle bir zehirlenmişim ki, dört yıldır bir satır bile yazmıyorum. Bakalım sezon bittikten sonra ne olacak.

Esnafla ilişkin nasıl?

İyi. En başta bence kafalarında bir ünlü imajı vardı.

Mesafeliler miydi?

Yani ister istemez, ‘Bakalım nasıl biriymiş?’ durumu vardı. Yavaş yavaş tanıştık, gayet iyi ilişkilerim.

Özlemiyorsun değil mi İstanbul’u?

Hiç özlemiyorum. Ama biliyordum böyle olacağını. Özlediğim hiçbir köşesi yok, ne kadar üzücü bir şey bu. Özleyeceğim şeyler ben gelmeden çok önce bitti benim için. Beyoğlu, İstiklal Caddesi, mekanlar, Çukurcuma, Cihangir’in ’98-’99’daki hali… Sahilde yürüyüş yapmak bitti mesela Avrupa yakasında. Kaldırımlara araçlar park ediyor. Köpeğimle yürüyüşe çıkamıyorduk Beşiktaş’tayken. Yapmak istediğim bir sürü şeyi yapamadığım bir yer haline geldi İstanbul.

Bir de sen şarkı yazarısın, beslenmen gerekiyor. Söz yazmak, müzik yapmak için.

Herkesin beslenme kaynağı farklı. Benim sükunete ihtiyacım var. Neresine kaçtıysam İstanbul’un, olamadı. Anca buraya kadar gelmek gerekiyormuş. Çok iyi geldi bana, doyamıyorum. Kışın bomboş oluyor Kaş, o kadar güzel ki. Sokakta sadece sen varsın, ağaçlar hışırdıyor.

Son iki-üç senedir şehirden kaçmak isteyen çok insan var.

Normal artık, insanların bünyesi kaldırmıyor. İnsan doğası buna uygun değil, bu kadar da zorlamaya gerek yok.

Kaş’ın o manada dolma ihtimalinden korkuyor musun?

Korku demeyelim de öyle bir ihtimal olduğunu görüyorum. Biraz daha zamanı var bence. Havaalanı yapılırsa ve gelmek kolay olursa bilmiyorum ne olur, inşallah yapılmaz. Her yerde olan şey olur, kiralar bir anda iki katına çıkar, şehirliler buraya dolup şehir hayatını getirirler, zincir mağazalar gelir, sükunet gider, insanların rekabet ettiği, saçmaladığı bir hal başlar. Ama o zamana kadar da bunun için endişe etmek istemiyorum. (Bu esnada yanımıza Aylin’in Kaş’ta tanıştığı bir arkadaşı geliyor, biraz sohbet ediyorlar.)

Yeni arkadaşlar…

(Gülüyor) Evet. Geçen sene çok zorlandığım anlar oldu. Buradaki herkesle yeni tanışmıştım, en yakınlarım İstanbul’daydı ve bir şey yaşadığımda sadece telefonla -onlar müsaitse- konuşabiliyorduk. En başta acılı oldu ama sonrasında hoşuma gitmeye başladı. Bazı şeyleri yalnız yaşamayı öğrenme tecrübesi ihtiyacım olan bir şeydi. Daha güçlü yapıyor insanı. Zaman zaman yalnız hissediyorum ama o zaman da dağ, ağaç, deniz seni dengeliyor. Şehirde çok daha yalnız hissediyormuşum, onu anladım. Bütün arkadaşlarım oradayken bile herkesin çok meşgul olması, kimsenin kimseye vakit ayıramaması, ayırmak isteyip de gidememesi… Karşıda oturan arkadaşlarla koptuk mesela. Daha saçma bir şey olabilir mi? Çok acıklı. Mesela İstanbul’daki evimi kapattım, gittiğim zaman annemde, arkadaşlarımda kalıyorum. Kalmalı misafir olunca çok daha farklı vakit geçiriyorsun. İstanbul’daki o saçma görüşmelere hiç benzemiyormuş.

Evet aynı şeyi Burak’la (Güven) da konuştuk.

Bir yerde buluşacaksın, zaten başka bir işin aksamış olduğu için geç kalıyorsun, onun stresi, trafikte boğuşuyorsun, bir yerde gürültü patırtı içinde sohbet etmeye çalışıyorsun, sonra tekrar evlere dağılıyorsun. Ondan çok daha konsantre görüşmeler oluyor onlarda kalınca ya da arkadaşlarım buraya gelince.

Sen tam yerini bulmuş gibisin.

Aslında küçük yer insanıymışım, onu anladım. Almanya’da da (orada doğdu) annemlerin yaşadığı yer 6000 nüfusluydu, tam Kaş gibi. Ben çocukluğumu da çok küçük bir mahallede geçirdim İstanbul’da. O yüzden o sakinliğe, herkesin birbirini tanıma haline alışkınmışım, hiç yadırgamadım. Mesela İstanbul’dakiler tuhaf tuhaf sorular soruyor, ‘Kışın n’apıyorsunuz abi, sıkılmıyor musunuz?’ diye. ‘Ya siz n’apıyorsunuz ki?’ diyorum. Her gün işten evine dönmeye çalışıyorsun, döndüğün zaman bitmiş oluyorsun, ne kendine ne çocuğuna vakit ayıracak durumun kalıyor, sabah yine aynı rutin, trafikte bağır çağır, asık suratlı esnaftan alışveriş yap, kazıklan, evine git, yemek yapacak halin bile kalmasın. ‘Kışın sıkılmıyor musunuz?’ (gülüyor).

Müzisyen arkadaşların ne diyor?

‘En doğrusunu yaptın valla, tam zamanında gittin, burada işler bitti,’ diyorlar (gülüyor). Zaten biteli çok olmuştu. ‘Siz de yapın,’ diyorum. Yavaş yavaş da görüyorum, herkes bir aksiyon almaya başladı. Tabii burada da hayat toz pembe değil, burası Türkiye’den bağımsız bir yer değil. Yaşanan her şeyin yansıması var, sadece şiddeti daha az olabiliyor. Bazen olmaya da biliyor. Burada insanı doğa dengeliyor bence. Gökyüzü ve güneşin insan bünyesinde ne kadar etkili olduğunu burada iyice anladım. İstanbul’da ne yaşadığımızı çok daha iyi anladım. Etrafımdaki herkes benim kadar mutsuz değil tabii şehir hayatından. Bazıları mutsuzsa da bir şey yapmaya niyetleri yok, bazıları fark etmiyor. Her şeyde de öyledir ya. Herkes her şeye aynı oranda hassas değildir. Ben burada daha az sorguluyorum her şeyi çünkü daha doğru yerde hissediyorum kendimi. Çok şükür şu anda ne işle ne de burada yaşamakla ilgili bir soru işaretim var. O da bu hayatta müthiş bir iç huzurmuş.

HAYKO CEPKİN:

Dünya lan bu! Bizim sahibimiz o. Herif ne yaparsa kabul edeceksin. Buranın fırtınası meşhurdur, şimşekler bir patlatır, acayip hoşuma gider. Milletin ödü karışır çünkü ciddi yer yerinden oynar.
Ne oldu da buraya geldin? Bir röportajında bir gün motorla Beşiktaş trafiğinde kontak kapattığını ve yürüyerek devam ettiğini okumuştum.

Motorda kontak kapattım, arabayla kontak kapattım. Benim dakiklik sıkıntım var. Planlı programlı olmak, saniyesinde orada olmak. Bir yere vaktinde gitmek istiyorsan üç saat evvel çıkıyorsun, yolun durumuna göre bazen yarım saatte gidip iki buçuk saat orada bekliyorsun ya da geç kalıyorsun. Tam zamanında gitmek gibi bir şey söz konusu değil. Zamanımı kontrol etmeye başladı İstanbul. Ben bir şehrin değil kendimin kontrol etmesini istiyorum çünkü zaman benim zamanım. Sonra düşündüm, İstanbul’dan ayrılırsam neden uzaklaşacağım? Yakınlarımı daha çok görme şansım var çünkü İstanbul’da herhangi bir iş yaptığın zaman çok yoruluyorsun. Mental olarak, beden olarak. Ne yaptın peki? Hiçbir şey. Aslında çok da seni yoracak, zor bir şey değil, ruhen yoruluyorsun. Benim aylarca üç sokak ötede oturan ailemi görmemişliğim var. Şimdi buraya geldikleri zaman bir hafta kalıyorlar, yazın bir ay kalıyorlar. Kuzenlerim geçerken uğruyor, birkaç gün kalıyorlar. Bak, seni bile İstanbul’da göremezken bu sebeple görme şansım oluyor.

Değil mi? Karşılıklı bahçede oturuyoruz.

Herkesle daha fazla görüşme şansım var. Dışarıya da çıkmak istemiyorum zaten İstanbul’da. Ünlü olmaktan kelli dışarı çıktığın zaman bir yerde rahat sohbet muhabbet edemiyorsun. Burası küçük bir yer olduğu için gidebildiğin yerler limitli, adetli. E dört seneyi geçmiş. Adam artık buranın yerlisi olarak gördüğü için o gözle bakmıyor, çok güzel bir şey. O açıdan çok rahatım.

Dört sene önce, ‘Ben gidiyorum!’ deyip hemen taşındın mı?

Bir ay içerisinde taşındım, paldır küldür oldu. Kars’ta konserdeydim, -22 derecede konserimizi yapmayı beklerken yolda ses tesisatı kamyonunun devrildiği haberini aldık. O günümüz boşa çıktı, bir gün kalalım dedik. İstanbul’dan da uzaktasın ya, kafa düşünmeye başladı: ‘Nereye taşınabiliriz?’ O sırada Aslı’yla konuştuk, burada paraşütçülük yaptığımız için bu bölgeye geleli yedi sene olmuş. Dedim ki, ‘Burayı daha iyi tanıyoruz, eşimiz dostumuz daha çok.’ İnsan nereye taşınır? İkinci en iyi bildiği yere. Aslı da dedi ki, ‘Aşağıda Kuşadası var, daha şehir gibi.’ O beni ayılttı. Yoksa ben bayağı Selçuk’ta bir bağ bahçeye dalıyordum. Şehirli birinin bir anda köy hayatına bulaşması gerçekten lafta, önce öğrenmen lazım. Öyle, ‘Giderim abi, bahçeye bir ev yaparım, otururum,’ diyene o kadar çok madde sayıyorum ki, ‘O da mı var yahu?’ diyor. İşi artık çok iyi biliyorum. Aslı’ya, ‘Haklısın,’ dedim, Kars’ta Google’a, ‘Kuşadası emlak’ yazdım. Aradım.

A bayağı öyle?

(Gülüyor) Evet. Bir ablamız çıktı telefona. ‘Böyle böyle kriterlerde bir ev arıyorum, portfolyonuzda varsa bana 10-20 ev gösterebilir misiniz?’ dedim. Konserimiz bitince Kars’tan İzmir’e geldik. Hemen emlakçıyla buluştuk, ‘Oo siz miydiniz telefonda konuştuğum?’ dedi, evleri görmeye gittik. Bir ev gösterdiler, ‘Bak çok güzel manzarası var,’ diye. Ev gerçekten leb-i derya. Yani ekmeği ban Kuşadası’na, ye. Ama biz hiç manzara görmedik ki! Ben hep çatı gördüm hayatımda. Şöyle bir baktım, hemen, ‘Abi stüdyoyu yukarı yaparım,’ diye başladım (gülüyor). O evde üç sene oturdum, toplasan bir kere kahvemi alıp manzaraya baktım. Çünkü öyle bir kültürüm yok. Ben hep kapalı alanda, stüdyonun içerisinde dört duvar arasında çalışmışım.

Buraya alışma süreci nasıldı?

Kuşadası’nın k’sini bilmiyordum. Arada bir motora binip ara sokakları dolaştım, İstanbul’daki ihtiyaçların ne kadarı burada var diye. İşte turşucu var mı, yiyecek siparişleri geliyor mu gidiyor mu? Çünkü İstanbul’da alıştığımız bir düzen var. Akşam tantuni yiyeceksin mesela. Var mı? Ya da nasıl yapıyorlar, güzel mi? Aradım taradım. Üç sene o evde yaşadık. Artık buraları çözdükten sonra da buradaki eve taşındık. Herhalde 100 küsur ev bakıldı. O ara ben turnedeydim, benim kriterlerimi biliyorlardı. Çok yan yana, yamaç yamaca olmasın, ikiz ev olmasın falan. Beni ilk bu eve getirdiler. Girdim…

Yine, ‘Stüdyoyu şuraya kurarım,’ diye başladın mı?

(Gülüyor) ‘Stüdyoyu aşağıya kurarım, şurası ikiye iki,’ diye başladım. ‘Diğer evlere de bakalım,’ dediler ama ben çok hızlı kararcıyım. Bir karar hızlı veriliyorsa bereketlidir. Diğerlerine gittim, ‘Olmaz… Bu değil… Çık çık çık çık,’ diye döndüm. Bu kadar hızlı oldu. Biz taşındığımızda gerçekten sakindi Kuşadası, şimdi acayip göç var. Taşındığımızda kışın ana caddeden bir tane araba geçiyordu, şimdi trafik var. İlk evimiz 44 haneli bir yerdeydi, dört daire doluydu, şimdi 44’ün 44’ü dolu. Giderek doluyor. Geliyorlaar geliyorlaar (gülüyor).

Senin bunda bir etkin var mı? ‘Hayko Kuşadası’na taşındı’ diye olmasın?

(Gülüyor) Şimdi burada ev bakanlara, ‘Tam karşı komşunuz Hayko Cepkin,’ oluyor yani.

İstanbul’daki evini kapattın mı?

İstanbul’u komple kapattım. Her şeyi. Bam güm.

Hızlı karar aldığını söylüyorsun ama bu bayağı ciddi bir karar.

Ama 15 senedir konuşuyoruz Melis. Hangi mekanda, hangi arkadaşımızla karşılaşılsa, ‘Abi gidelim buralardan,’ deniyordu. Hepimizin bir arazi alıp site kurma hayalleri vardı beraber. Hiçbir şeyi bilmeden böyle bir geyik çevirmişiz, şimdi nasıl yapılacağına dair full bilgi doluyum. Bununla ilgili arsalar, tarlalar görüyorum. Yapılabilir, yapılamaz diye bakıyorum. Artık çok içindeyim bağ bahçenin. Zaten burada kimse bana müzisyen muamelesi yapmıyor. Bağ bahçeci gibi bakıyor.

Ekip biçme var mı?

Yok. Ama imarlı siteler, imarsız siteler, su ve elektrik izinleri, metrekareler, parseller, bunlarla ilgili olduk. Varil Camping’deki yakın ortağım bu konularla çok ilgili olduğu için, eşin dostun neye ilgiliyse senin de öğrenme şansın oluyor.

İstanbul’da yaşamaktan daha ekonomik değil mi burası?

Buraya geldim geleli harcamalarım yüzde 60-70 düştü.

Eminim. Neye harcayacaksın ki bazı noktalarda zaten?

Aynen. Burada en pahalı şey taksi, turistik sebeple… Ya araban ya motorun olacak.

Varil’de neler yapıyorsun?

Şu an orası çiftlik gibi. Eşeğimiz, altı köpeğimiz, kediler, horozlar, tavuklar var. Aslında çok güzel bir festival alanı. Yaklaşık 3000 kişilik. İki festival de yaptım. Birine Halil Sezai ile beraber çıktık, birine Necati ve Saykolar’la. Çok da güzel oldu, çok familya vardı. Çocuğunu ağacın dalına yatırıp konser seyreden gördüm. Ama festivali yaşatmak zor çünkü sponsorluk dünyası çok fena durumda. Bu sezon kamp alanı açılmayacak, önümüzdeki sene ne yapacağımıza bakacağız.

Burada bir günün nasıl geçiyor?

Saat 6-7 gibi kalkarım.

O kadar erken mi kalkıyorsun?

Tabii.

Hep öyle miydi?

Değildi, İstanbul’da kalkamıyordum. İstanbul saatim 11’di, burada 6-7 oldu. Hayvanlarımı beslerim, stüdyo işim varsa direkt stüdyoya kapanırım, hiçbir işim yoksa gerçekten zaman zaman balkonda oturabiliyorum. Yeni yeni, ‘Bu kuşlar da amma bağırıyor ha!’ başladı yani.

Etrafına bakınmaya başladın.
(Gülüyor) Evet. Mesela şuradaki dağ görüntüsünü daha çok seviyormuşum. Aydın tarafındaki kocaman dağ, onun tepesine dizilmiş yel değirmenleri… Aydın bölgesinin iklimi çok değişiyor, fırtına falan oluyor. Oradaki bulutların ne tarafa gittiğini görüyorum.

Havayı koklayan adam oluyorsun bayağı.

Aynen. Toprağı karıyorlar mesela, bir yağmur atıştırıyor, bakıyorum, ‘Orası açık, bu tükürüp gidecek,’ diyorum. Bir de havacıyım ya, buranın havasını biliyorum. Bir bakıyorlar, güneş açıyor. ‘Oğlum nasıl!’ diyorlar.

Senin denizle aran nasıldır?

20 senedir denize girmedim.

Ciddi misin? Hiç mi?

Hiç. Bir Extreme-G programını çekerken daldım o kadar.

Tamam ekstrem sporlar senin tatil anlayışın belli de, bir güneşte yatayım, kumsalda dolanayım da mı demedin?

Yok. Ben ilk defa bu sene yandım. 20 yıldır hiç güneşe çıkmadığım için geçtiğimiz yazlarda evin balkonuna uzanıp yakıcı kremler sürdüm, vücudu yakayım, kemiklerim için de iyi olsun diye. Yanmadı lan! Vücudu güneşe çıkarttım, herifin rengi değişmedi. Pigmentlerim bozulmuş (gülüyor). Ama bu sene bu bahçe düzenleme işi yüzünden sanırım başardım. Buraların Fedon’u olacağım (kahkaha atıyor).

Kaç yıldır yapıyorsun ekstrem sporlar?

10 sene oldu. İyi geliyor. İnsan kendini neye alıştırırsa ona bir eşiği oluyor ya, ben o eşiği yüksek tutmak istiyorum ki yaşlılığımda da limitim yüksek olsun. Yaş geldikçe korku artıyor, ne olursa olsun limitim düşecek. Mesela şimdi eskisi gibi motor kullanmıyorum, eskiden aleti yakarcasına giderdim. Şimdi yapmıyorum çünkü, ‘Ölürüm!’ diyorum. Ama limitim belli bir yerde kalsın istiyorum. Vücudum izin verirse, 60-70’imde de gıpta ederek baktığım bazı yaşlı paraşütçü amcalar gibi, o kapının ağzına geldiğimde belimi bükerek oradan atlayabilmeyi istiyorum.

En yüksek kaç metreden atladın?

6000 metreden. Oksijen tüpü destekli. Çünkü 6000’de oksijen gidiyor.

Hiç korktuğun oldu mu?

Her seferinde korku var ama özellikle görev atlayışın varsa o korkunun içerisine heyecan, görevi doğru yapabilme sorumluluğu da karışıyor. Ama bireysel atladığın zaman şeye dönüşüyor: ‘Aç kapıyı aç aç aç.’ O kadar yok ediyorsun. O sana ne sağlıyor? Çok soğukkanlı oluyorsun. Mesela burada deprem oldu ya yeni, ‘Oo deprem oluyor,’ dedim, ustalar bahçede çalışıyor, millet ‘Ovadeeey’ durumunda. ‘Oha hala devam ediyor,’ dedim, hoşuma gidiyor yani anladın mı? Dünya lan bu! Bizim sahibimiz o. Herif ne yaparsa kabul edeceksin. Buranın fırtınası meşhurdur, şimşekler bir patlatır, acayip hoşuma gider. Milletin ödü karışır çünkü ciddi yer yerinden oynar.

Çok faal birisin, İstanbul’daki işlerini nasıl programlıyorsun?

Bir kara tahtam var benim her şeyi planlayıp programladığım. Telefonda bakmakla olmuyor, bazı şeyleri algılamak için yazmak gerekiyor. Günleri bölüyorum, altına not alacağım bölge bırakıyorum, her günümü, konserlerimin tarihlerini ya da röportajlarımı yazıyorum. Gülçin’le (menajeri) bu manada bir sistem kurduk. Sadece cuma ve cumartesi konser alıyorum, çok spesifik bir kültür merkezi işi olmadıktan sonra asla hafta içi çalmıyoruz. Röportajları da kısaysa cuma konser önüne koyuyoruz, bir alanda çekilecekse perşembeden geliyorum. Pazara kadar istenen ne varsa o dört güne komposto ediyoruz.

Konsantrasyonunu bozmuyor demek ki konser öncesi röportaj.

Ben zaten 22:00’de başlayacak konser için 13:00’te alandayım. Çünkü orada sound’u check etmem lazım, her şeyi kontrol etmem lazım, istediğim gibi olmazsa yakarım oraları (gülüyor).

Gittiğin zaman nerede kalıyorsun?

Anneme gidip kalıyorum, otelde kalıyorum. Mesela Kadıköy Dorock XL’de çalacağımız zaman mekanın anlaşmalı otelinde kalıyorum. Ben artık İstanbul’a dışarıdan gelen birisiyim, nasıl ki İzmir’e giden biri orada otel talebinde bulunuyor, ben de İstanbul için aynı şeyi yapıyorum.

İstanbul’da özlediğin bir şey var mı?

Yok.

Şehrin tüm o karmaşası çok mu yormuştu?

Tabii. Beyoğlu çok çirkinleşti. Beyoğlu’na çıktığımız zaman yüzde 80’ini tanırdık. Camdan sarkan transseksüeline kadar. Şimdi kimseyi tanımıyorum, orada yaşayan bile kimseyi tanımamaya başladı, o kadar yabancılaştı. Ben orada büyümüş biriyim, çocukluğumdan beri oradaki kiliselerde eğitime gidiyordum. Artık bildiğim bir yer değil. Tanıdığını iddia ettiğin ama tanımadığın bir yerde olmaktansa, tanımadığın ve zaten tanımadığını iddia ettiğin bir yerle tanışmak belki daha iyidir.

BURAK GÜVEN:

“Ben hala gece 3’te, 5’te bir yerlerden sallanarak çıkarken yaşıtlarımın çoğunda ilk çocuk doğmuş, evin taksidinin ödenmesi durumları vardı. E eskisi kadar çekmiyor. Bir de gerçekten çocuk bir milat. Evliliğe göre çok daha büyük bir milat. Çocuktan sonra sert dönüşler yapan insanlara hiç şaşırmamak lazım, olunca anlıyorsun neden olduğunu.”
Ne kadar zamandır buradasınız?

Göcek’le tanışmamız, 2004-2005. Yelken yarışına katılma vesilesiyle gelmiştim buraya.

A sen yelken mi yapıyordun?

Evet. Zaten hikaye tekneden buraya bağlanıyor. Çocukluğumdan itibaren hep, ‘Ne zaman bir teknem olacak?’ diye düşünürdüm, içimde bekleyen bir şeydi. Açık Radyo programcısı Beysun Gökçin vardır, bizim Gül Kendine albümünün kapak fotoğrafını da çeken, onun sayesinde daldım yelkene. 2008’de bir tekne aldık, onun tadilatı için buraya geldik. O tadilat beklediğimizden çok uzun sürdü. Göcek’in içinden denize girme şansı da pek yoktur. Resmen sıkılıyordum, ‘Ne zaman kurtulacağım şuradan,’ diye (gülüyor). Sonra tekne yapıldı, ilk heves Gümüşlük’e gittik ama hemen geri döndük. Meğer geçen zaman içinde buraya çok alışmışız. Teknede de vakit geçirmek istiyorduk, ‘Nasıl olacak bu?’ diye düşünmeye başladık. Çünkü Ebru’nun çiçekçisi İstanbul’daydı. Buraya bir göz attık, baktık onun tarzında bir boşluk var, diğerleri daha standart çiçekçi. Dükkanı açtık.

Bütün bunlar olurken İstanbul’a gitmeli gelmeli bir halde miydiniz?

Evet.

Hatta o zaman Büyükada’da yaşıyordunuz bildiğim?

Evet.

Daha önce neredeydiniz?

Çiftehavuzlar, Göztepe… İstanbul’un yumuşak tarafları.

Orada olmak bile bastı mı?

O da bastı. Zaten basmalar sinyallerini 2007’de vermeye başlamıştı. İstanbul’un özellikle trafiği ve sosyolojik değişimi, bizim sıkılmamız derken 2010’da adaya taşındık. Orada da çok güzel günlerimiz geçti fakat hem deniz tutkusu hem burada böyle bir hayat şansı olunca Göcek’te daha çok vakit geçirmeye başladık. Son dört yılın yedi-sekiz ayı burada, üç-dört ayı İstanbul’da geçti. İstanbul’un her geçen gün birazcık daha bozulması, buraya daha çok alışmamız, çocuk derken git-gelden yorulduk. Ve yerleşmeye karar verdik.

İstanbul’daki evi kapattınız mı?

İstanbul’la bağlarımız koptu, adadaki evi kapattık. Ada aslında çok güzel. Şehre en yakın olup en uzak kafaya varabileceğin yer. Oradaki sabah yürüyüşlerimi falan özlüyorum. Fakat İstanbul’un kaosundan oranın da nasibini almamasına imkan yok.

Bu zor bir karar mıdır? Aslında siz geçişlerle bu noktaya varmışsınız ama.

Bana zor olacak gibi geldi ilk başta. Çünkü doğduğum, büyüdüğüm yerlerden gitmek kolay değil. Ama o kararı çok hızlı almadığımız, adım adım gittiğimiz için acıtmadı, sıkmadı yani. Memnunum aldığımız karardan.

Çevremde de bunu düşünen, yapan, o yolda olan pek çok insan var. Ama çocuk olduğu vakit, onun eğitiminden sağlığına kadar bir sürü konuda soru işareti olabiliyor. O açıdan siz rahatsınız anladığım kadarıyla.

Valla gayet rahatız çünkü İstanbul, o aşırı imkan izlenimi içerisinde aslında çok da öyle olmayan bir yer. Yağmur’u adada büyüttük ilk yılında. Aslında çocuk kararı almamızda da adanın çok büyük etkisi var çünkü sanırım anakarada yapamazdık bunu, öyle bir cesaret olamazdı. Adada bir gece 41 derece oldu ateşi, ‘Ne yapacağız?’ gibi korkular oluyor tabii. Çocuğu soğuttuk, geldi geçti. Ama başka bir sefer anakarada kalırken -bizim konserimiz olan bir geceydi hatta- geç vakitte Bostancı’da üç tane hastane gezdik, çocuğa kimse bakmadı. Üniversite hastanesi dahil hiçbirinde çocuk hekimi bulamadık, gezme sırasında da bizimki uyuyakaldı ve sabaha bir şeyi kalmadı. Ben o anda şunu gördüm, al sana İstanbul! Hastanenin içi full kaos, kimse ilgilenmiyor. Gecenin bir yarısı gelenler, kolu bacağı kopmuş olanlar, sarhoşlar, onlar bunlar. Maalesef İstanbul’un benim için son 10-15 yıldır neresinden tutsam elimde kalır bir hali oldu. Birisi de buydu. Artık zaman değişti. Ne büyükşehirler dışındaki yerler çok geri, ne büyükşehirler her imkanın olduğu yerler. Her manada. Eğitimden sağlığa kadar.

Çevreniz nasıl baktı bu kararınıza? Aileler, arkadaşlar?

Olumlu. Herhalde bizden bekliyorlardı, fazla bir haber değeri bile olmadı. Bir de ben annemle
babamı art arda kaybettim, o da bende İstanbul’u bayağı bir bitirdi sanırım. Mesela doğduğum ev onlar ölene kadar aynı evdi. Dolayısıyla Çiftehavuzlar, Göztepe’den başlayarak Kadıköy merkezli tüm İstanbul’un, tanıdığım hayatın adım adım nasıl değiştiğini, nereye geldiğini gözlemledim.

Şu anki hali kentsel dönüşüm sebebiyle içler acısı. Herhalde sen tahammül bile edemiyorsundur.

Tabii, çok sert geliyor. Bir yandan, ‘Çok berbat, nefret ettik, kaçtık oradan!’ gibi tınlamasını istemem çünkü böyle de hissetmiyorum. Her nesil biraz kendi zamanını özlüyor. Bizden önce de Rumlar’dan kalma üzüm bağlarıydı oralar. Yani her yeni ekip bir öncekinin istilacısı gibi. Ama biz onun içinde mutluyduk, huzurluyduk, sokaklarda top oynardık, 10 dakika boyunca tek bir araba geçmediği için maç kesilmezdi. Dut ağacından yerdik, vişne ağacına dalardık, aşağıda yüzerdik sahilde. Benim için çok yumuşak, tatlı anıları var. Şimdi o noktadan çok uzakta. O tanıdığım evler yıkıldı. O evlerin o huzurlu balkonlarını, sevecen yaşlı teyzelerini hatırlıyorum. Bu insanlar yok. Bir manada şehir beni dışarı attı. O yüzden şehre biraz kırgınım. Bu saçma bir şey ama şu anda şehrin bu halini çok sevmiyorum.

İlişkiniz biraz bozuldu yani.

Bozuldu. Ama şehrin mitolojisini seviyorum. İstanbul’u hep seviyorum. Her zaman tarihine de ilgi duydum. Zaten İstanbul için pek bir şey fark etmez, bir gün bir silkelenir, biz de üzerinden düşeriz. Neler yaşadı. Üç imparatorluğa başkent olmuş bir şehir.

Göcek nasıl bir yer? Gözlemlerin nedir?

Kendine münhasır bir durumu var, sebebi de şu: 90’lara kadar çok çok az yerleşimin olduğu bir yerken, zenginlere ait yat ve mega yatlar tarafından büyük ilgi görmüş ve 2000-2010 yılları arasında İstanbul’a ayak basmayan ünlü, insan ve para buraya girmiş. Esnaf, Eric Clapton’dan David Bowie’ye çok kişiyle bir araya gelmiş. ‘Elton John’dan aldığım imza, Bill Gates’in doğum günü, Abramoviç’in nişanı’ şeklinde bir yer. Dolayısıyla para denizden geliyor. Kasabanın içinde bir plaj yok, o yüzden Datça, Marmaris, Kaş gibi yerlere benzetemiyorum. Küçük bir yer. Yapılaşma iki-üç katın üzerinde olamadığı için uzaktan baktığınızda, genel bir ağaç denizi, oradan çıkmış beyaz bir minare derken çok pastoral, hoş, gözü okşayan bir yerle karşılaşıyorsunuz. Doğası çok güzel. Gökova’yla birlikte her taraf koruma altında. O yüzden sahilde çirkin yapılaşma, ev, bina, otel görmüyorsun. Halkı da bence hoş. Ben gezmeye zaten meraklı bir tiptim, grup sayesinde de çok gezmiş oldum. Gökova’dan Kaş’a, Kekova’ya kadar şöyle bir pergelle çizersen, bence burası Türkiye’nin en müthiş yerleri. Bu bölgeye yağdırmış Yaradan. Denizi ve yaz hissini çok sevdiğim için bana çok hitap eden bir yer, çok seviyorum.

Ne güzel. Senin beklentilerini karşılayan bir yer olmuş.

Evet, sanki o da bize yaklaşır gibi oldu. Çünkü amatör bir denizciydim, Göcek koyları çok korunaklı ve çok güzel, çok kısa zamanda bir yerlere ulaşabiliyorsun. Ayrıca Ebru’nun buradan kendi işini yapıyor olması da avantajdı. Hatta İstanbul’dan çok daha memnun çünkü hani Kızıltoprak gibi bir yerde dükkanı olmasına rağmen tam istediklerini ortaya koyamamaktan şikayetçiydi. Adam geliyordu, ‘Abla çiçeğe bir ayı assana, içine nazar boncuğu atalım,’ diye. Burada yatlardan gelen tipler çiçek kültürü olan insanlar ve yaptığı işin takdir edilmesi de ona çok iyi geldi.

Ailede iki tarafın da memnun olması kilit nokta galiba… Sonuçta hiçbir şey yapamasa ya da sen yapamasan denge bozulabilirdi.

Tabii tabii. Aslında 12 ay yaşama fikrini benden önce sunan, destekleyen o. Çocuk da gerçekten çok rahat, güvenli. Maalesef şehirde unuttuğumuz şeyler var burada. Bir şey oldu mu, ‘İki dakika şu oğlana bak,’ deyip gidebiliyoruz. Dün mesela yan komşu salatalıklar, yumurtalar getirmiş bize. Böyle haller. Şehirdeki insanların o garip ya da haklı kaygıları hastalıklara yol açıyor bir süre sonra. İstanbul’da birbirine saygı çok az, sürekli potansiyel kavga durumu var. Burası küçük bir yer. O yüzden herkes davranışlarının sorumluluğunu alıyor, daha sevecen. Sanki eski Türkiye gibi.

Bir günün nasıl geçiyor?

Dönem dönem değişmekle birlikte sevdiğim bir günümü anlatmaya çalışayım. Oğlanla kalkıyoruz, kahvaltı hazırlıyorum. Bazı günler biraz kayıt yapıyorum sabah kafasıyla. Stüdyonun inşaatıyla uğraşıyorum. Teknenin çok fazla işi oluyor. Gece kalmayı çok seviyorum teknede, orada müzik dinlemek çok hoşuma gidiyor. Eş-dost çok, burada tanıştık. Spontane bir durum var, o çok güzel. Bir arkadaşınla bira, kahve içeceksin diye üç telefon görüşmesi yapıp iki hafta sonrası için sözleşmiyorsun (gülüyor). ‘Hadi gel abi otur!’ oluyor. Ben zaten daha doğal şeylere yakın hissetmişimdir kendimi. Burası beni daha mutlu ediyor.

Konserler olduğu vakit nasıl bir programın oluyor?

Göcek’in bir artı özelliği de evin kapısından çıktık mı, 20-25 dakikada X-ray’deyiz. O çok iyi.

Kaç gün önceden gidiyorsun?

Keyfime göre. Mesela konularımız birikmiş ya da özlemişiz birbirimizi, gidiyorum Harun’da (Tekin) kalıyorum. Son bir yılda, son 10 yılda geçirmediğimiz kadar vakti geçirdik beraber. Gece sabahlayarak, konuşarak, çalarak geçirdik.

Gruba yerleşme kararını açıkladığında ne dediler?

Valla çok normal karşıladılar.

Onların da hayali bu mu?
Yani emin değilim, zannetmiyorum çok (gülüyor).

mor ve ötesi’nde bunu yapacak tek ya da ilk adam sen miydin?

Tabii. Doğaya doğru bendim. Ama Kerem Özyeğen de (gitar) gidip Sırbistan’a yerleşerek çıtayı çok yükseklere koydu. Ben şimdi ne yapsam boş (gülüyor).

Geldiler mi seni ziyarete?

Geldiler.

Nasıl buldular?

Beğendiler valla. Şimdi bu stüdyo projesini de anlatıyorum onlara.

Bir sonraki mor ve ötesi albümü burada mı kaydedilir acaba?

Valla belli olmaz, olabilir. Biraz öyle planlıyorum. İçinde prova da yapabileceğimiz, istersek kayıt da alabileceğimiz bir yer olacak. Bu arada mesela grubun ilk dönemleri olsa veya internetten sonra genel sistem bu kadar değişmemiş olsa buraya gelemezdim. İstanbul’daki müzik-sanat çevresinde tüm iş oradan dönüyordu, yoğun bir bağımlılık vardı, İstanbul’u 10 gün bırakmaya gelmiyordu 10-15 yıl evvel. Şimdi hem iletişim şekli değiştiği hem de grupta herkes birazcık kendi hayatına yoğunlaştığı için bunu yapabiliyorum. Eskiden bir şirkete CD götürmek gibi şeyler vardı. Yine 10 yıl önce, albüm sorgulanmaz bir konseptken şimdi hiç kimseden albüme yönelik bir şey duymuyorum. Ne müzisyen ne dinleyen istiyor.

Buranın senin üzerindeki etkisi sence yeni şarkılara yansır mı?

Yansır.

Ne yönde?

Büyükada ilk yılında bana müthiş yansımıştı. Buraya henüz yeni yeni yerleştiğimiz için kendime çok yoğunlaşamıyorum. Benim daha iyi ürettiğim vakitler bir parça günlük hayattan koptuğum vaziyetler, yerden yüksek haller. Buradaki yerleşme işlerini halletmek, stüdyoyu oturtmak istiyorum. Ondan sonra gruba da yarayacak şarkılar çıkar mutlaka.

Daha pastoral bir hayattan bahsediyorsun ya, onunla örtüşen bir sound, sözler mi olur?

Henüz büyük kayıpların, yeni doğumların ürününü tam almadım. Onlardan bir şeyler gelir.

Türkiye’nin en büyük rock gruplarından biri mor ve ötesi. Hayatınız konserlerde, turnelerde, gece hayatının içinde geçti. Şimdi Göcek’te tatlı tatlı bahçende oturuyorsun. Kesinlikle yaşlanmak falan demiyorum da, bu aynı zamanda bir olgunlaşma, bazı şeyleri sindirme, doyuma ulaşarak uzaktan bakmakla da mı alakalı?

Tabii. Aslında ben en başından beri nasılsam onu korumaya çalıştım. O yüzden daha pastoral, sakin hayata geçiş çok sert olmadı. Öyle bir dünyam zaten vardı. Gece hayatından da alacağımı aldım, vereceğimi verdim. Sakin mizaçlı bir tipim ama aynı zamanda eğlenmeyi, içmeyi de çok severim. Müzisyenliğe giden bir yolda tamam küçüklükten beri yeteneğim vardı ama bir o kadar da o tip bir hayat tarzına merakımdan, sabah 8 akşam 5 işlere ilkokuldan beri, ‘Olacak iş değil!’ diye bakmamdan kaynaklanıyordu. Tabii bir süre sonra her gece çıktığın tipler yavaş yavaş çevrenden eksiliyor. ‘Ulan bir ben kaldım, bir Hakan Tamar!’ diyorsun (gülüyor). Ama Hakan hala orada kalıyor, aslanım benim, hiç değişmiyor. Biz bayağı bir dolandık, sıramızı savdık. Ben hala gece 3’te, 5’te bir yerlerden sallanarak çıkarken yaşıtlarımın çoğunda ilk çocuk doğmuş, evin taksidinin ödenmesi durumları vardı. E eskisi kadar çekmiyor. Bir de gerçekten çocuk bir milat. Evliliğe göre çok daha büyük bir milat. Çocuktan sonra sert dönüşler yapan insanlara hiç şaşırmamak lazım, olunca anlıyorsun neden olduğunu.

Nasıl bir şeymiş baba olmak?

İlk altı-yedi ay karışık ve kendini daha yetemez hissettiğin zamanlar geçtiği vakit zevki gelmeye başlıyor. Ve bende çok fazla flashback yapıyor çocuk. Ben anılara meraklı, hislerini sürekli kontrol etmenin, anlamanın peşinde bir tip olduğum için çok hoşuma gidiyor. Yağmur’dan sonra kendi çocukluğumla ilgili çok fazla şey hatırladım, çok fazla ailemle ilgili düşünüyorum. Çocuk insanın kendini düzeltmesi, yenilemesi için inanılmaz bir fırsat sunuyor insana. Her şeyini gözden geçiriyorsun.

Hayat değerlendirmesi mi yapıyorsun?

Aynen. Bunu olumlu kullanırsan büyük bir şans, böyle bir kursu bedava almak…

Esas kişisel gelişim bu yani?

En baba kişisel gelişim, herkesle tartışırım (gülüyor). Babanı anlıyorsun, kendini görüyorsun, ‘Ah ulan bunun sebebi bu muymuş!’ diyorsun, sabahtan akşama kadar psikanaliz.