Cihangir’deki Hammal, Amerikalı Yüksel’in İlginç Hikayesi

Amerikalı Yüksel’in Hikayesi:

Adının Yüksel olduğunu çoğu insan öldükten sonra öğrendi.

Herkes ona “Amerikalı” derdi.

Cihangir’de Firuzağa Camii’nin şadırvanının dibinde, rüzgârlı bir kavşakta bir iskemlenin üzerinde yaşardı yıllardır.

Sabah erkenden gelip oturduğu o iskemleden hava karardıktan sonra kalkar, başka bir semtteki yoksul odasına uyumaya giderdi.

80’lerde belirmişti mahallede.

O zamanlar 40’larının başında güçlü kuvvetli dağ gibi bir adam… Hamallık yapardı.

Cihangir sokaklarında onu sırtında bir buzdolabı, kanepe, soba… oradan oraya sağlam adımlarla giderken görüp dururdunuz.

Asansörsüz yüksek apartmanların en üst katlarına hiç söylenmeden tırmanır, işini hep güler yüzle yapar ve konuşmalarının arasında İngilizce cümleler kurar, İngilizce kelimeler sıkıştırırdı.

Uzun yıllar Amerika’da yaşamıştı. O yüzden Amerikalı denirdi ona.

Bir rivayete göre Amerika’da silahlı bir soygunda karısını ve çocuğunu kaybedince… Aklını da biraz kaybetmişti.

Her nasılsa Cihangir’e gelmiş ve caminin şadırvanında kendisine bir düzen kurmuştu.

Orada, hayatın hem içinde hem de kıyısında, kendine ait bir dünyada yaşıyordu.

Etrafında mahallenin kedileri ve köpekleri…

Yemek parasını hamallık yaparak çıkarıyor, artakalan parayla hayvanların karnını doyuruyordu.

Konuşmayı pek severdi. Hoşsohbetti. Hem de şakacı ve güler yüzlü.

Müthiş bir hafızası vardı. Her şeyi ama her şeyi hatırlardı.

Ama geçmişiyle ilgili bir şey sorarsanız… Susardı.

Sırtında, anlatmadıklarından kocaman, ağır bir yük…

Konuşkanlığı ve suskunluğu arasındaki o derin uçurumda kim bilir neler saklardı.

Hep varmış ve hiç yok olmayacakmış gibi, semtin tam kalbinde, herkesin gözü önünde, kendine ait sırlarla dolu bir hayatı 40 yıla yakın bir süre usulca sürdürdü.

Son yıllarda yaşlanmış, yorulmuş, hastalanmış ve artık çalışamaz hale gelmişti.

Tüm mahalleli ona sahip çıkıyordu.

Tedavisini yaptıranlar, kalabileceği bir oda bulanlar, üstüne başına giyecek verenler, yemesini içmesini üstlenenler…

Hepsine minnettardı. Başına gelen hiçbir şeyden yakındığını duymazdınız.

Önce gözlerinde belirip sonra tüm çehresine yayılan derin bir gülümseme, “Dostlarım var benim, arkadaşlarım. Her ihtiyacımı karşılıyorlar.

Hiçbir şeyim eksik değil” der, içten bir memnuniyetle bahsederdi hayatından.

Mahalle esnafından Esat Ayhan’ın tanımladığı gibi bir “modern zaman evliyası”, gerçek bir “sufi”ydi ve aynı zamanda da “Cami avlusuna bırakılmış dev bir çocuk”tu sanki.

Hiçbir şeyden yakınmazdı. Hiç kimseye kötülük yapmamıştı. Çok azla yetinirdi. Sonsuz bir hoşgörüsü ve bonkör bir sevgisi vardı.

Cihangir’in bu sıra dışı ve büyülü sokak insanı…

Öldü.

Bu yazı yazıldığı sıralar… mahallede hüzünlü bir telaş.

İnsanlar onu, şadırvanını kendisine mesken bellediği camiden şimdi sonsuzluğa uğurlamaya hazırlanıyorlar.

Gün boyu üzerinde oturduğu tek kolu kırık iskemle musalla taşının önüne getirilmiş.

İskemlede, fotoğraf olarak basılmış güleç sureti ve

belki de mahalleyi asla terk etmeyecek neşeli hayaleti.

Omuzlarda taşınan tabutun içindeyse artık terk ettiği çileli bedeni.

Esnafından halkına, büyük bir kalabalık onu hüzünle uğurlarken herkes böyle özel bir insanla paylaştığı onca yılın kendince muhasebesini yapıyor.

Ve muhtemelen herkes kendine aynı soruyu soruyor: Evlerde yaşayanlar ve sokaklarda yaşayanlar aslen neyi paylaşırlar?

Ölüm tamam da, hayat bir tuhaf.

Mine Söğüt