Huzur Duymaya Başlar İnsan, Kırkından Sonra Kendisiyle Dertleşirken

Kırkından sonra başlar hayat:

Platon’a sormuşlar;
-İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışı nedir?
Yanıt vermiş büyük filozof:
– Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler… Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar, ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.

“Gençlik” her zaman özlenen yaşam dilimidir insanın hayatında…
Gençlik yıllarına özenmeyen, “ah yine genç olabilsem” demeyen var mıdır?
Belki gençliğin sunduğu verdiği imtiyazları kaybetmemek arzusuyla…
Delikanlılığa özgü sorumsuzluğa duyulan özlemle belki…
Belki sadece zinde ve güçlü bir bedene sahip olmanın garantisini hissetmek için…
Hataların daha kolay tolore edileceği bilindiğinden belki de…

huzur

Ben farklı düşünenlerdenim…
“Hangi yaşı yeniden yaşamak istersin?” diye sorsalar, bir an bile tereddüt etmeden “40” derim…
Hayatın baharıdır bence 40’lı yaşlar.
Evet, baharın ta kendisidir aslında…
Ne yazın kavurucu sıcağı, ne kışın donduran soğuğu; limonata tadındadır 40’lı yaşlar.
Engin Noyan şöyle der bir şarkısında “Hayat kırkında başlar, inanın bana dostlar. İnsan kırkından sonra gerçekten yaşar.”
Ne kadar doğru.
Aynen katılıyorum Engin Noyan’ın bu düşüncesine…

Bir konferansımda izleyicilere sormuştum…
Paranın satın alamadığı yegâne şey nedir?
Sağlık diyenler oldu…
Mutluluk diyenler…
Tüm yanıtlar kendi içinde hem doğru hem yanlıştı; ya da eksikti..
Tamam, belki para bu kavramları direkt sunmaz size…
Para sağlık getirmez belki ama paranız varsa gidersiniz tıp biliminin en ileri olduğu ülkelerde tedavi görürsünüz, iyileşme veya hayatta kalma olasılığınızı arttırırsınız…
Para mutlu da etmez belki…
Ama paranız çoksa, çalışmak zorunda kalmazsınız; bir ülkeden diğerine dünyayı gezersiniz, sıkılmaya, hatta mutlu mu mutsuz mu olduğunuzu dahi sorgulamaya vaktiniz kalmaz…
Paranın satın alamadığı yegâne şey “deneyim”dir bence…
Deneyim ancak yenilen kazıkların, çekilen acıların, yaşanan hayal kırıklıkların, yapılan hataların göğsünüze taktığı bir madalyadır…
Deneyim “..miş gibi görünenlerin” direkt gerçeğiyle, kendisiyle yüzleştirir insanı.
Hayattaki gerçek, kalıcı mutluluk da deneyimin sonucudur aslında…

Gençken prizmanın sadece bir yüzünü, görmek istediği, işine gelen yüzünü görür insan…
Ama gelin görün insan prizmanın tüm yüzeylerini keşfettikten sonra bir fikir sahibi olabilir bütüne dair.
Bütünle yüzleşmeden illüzyonların peşine takılır, hatalar yapar…
Yedi renk vardır gökkuşağında…
Gençken sadece bize hoş görünen renkleri algılarız, böylesi gelir işimize.
Ama yedi rengi de görmeden mümkün müdür insanın gökkuşağını gördüğünü iddia etmesi.
Yedi rengin karışımını yani beyazı algılamak her rengi görmek, yaşamak ve hazmetmekle mümkündür…
Duyguların da hayatın da hakkını veren “deneyimdir” aslında.
Gençken hep biraz eksiktir bu yüzden yaşananlar…

40’lı yaşlarda hayatın sorgusu yerine analize bırakır…
Tezler, antitezler geride kalır, kendi öznel sentezine yönelir insan…
Kişinin iç dünyasındaki savaşlar son bulur, insanın kendi kendisiyle barış imzaladığı yaşlardır “kırklar”
Kendisini tanır, bilir…
Gücünü, kapasitesini defalarca sınamış ve öğrenmiştir.
Artık ne aptal kahramanlıklara kalkışır, ne de kendisini hafife alır…
Tamam, genç değildir artık, ama yaşlı da sayılmaz aslında.
Bir şeylere geç kalmış olmanın paniğine kapılmaz, hala devrim için geç kalmış sayılmaz insan 40 yaşında.

Bedenini de çok daha iyi tanır insan…
Nelerden haz aldığını, neyin kendisine rahatsız edeceğini bilir; kırmızı çizgilerini çizmiştir artık…
Tutkularının da farkındadır, “asla yapmayacağı” şeylerin de…
Kendisiyle çeliştiği durumlar da azalır insanın olgunlaştıkça, deneyim kazandıkça…
Herhangi bir durum karşısında vereceği reaksiyonu önceden kestirebilir mesela…
Şaşırtmaz eskisi kadar kendi kendisini, sürprizler yapmaz eylemleri düşüncelerine…
Kendisinden daha çok “emin olur” insan kırklı yaşlarda…
Daha da ötesi “kendisi” olur artık…
Kimsenin takdirine, onayına ihtiyaç duymaz…
Kimseye şirin görünmeye çabalamaz…
Eserini ortaya çıkarmıştır; “beğenen beğenir” deme özgürlüğünü ve ayrıcalığını hisseder insan kırklı yaşlarda…

Hayatın ambalajına kanmaz, paketin içine odaklanır insan olgunlaştıkça.
Nicelik yerini niteliğe bırakır.
Kriter “kaç kere yaşadığı” olmaktan uzaklaşır, nasıl yaşadığı ve hatta yaşadığının kendisine yaşattığı önemli olmaya başlar…
Detaylara takılmaz, özü görmeye çabalar insan…
Genel kanının aksine, aslında 40’ından sonra ortaya çıkar insanın dış güzelliği.
Oturmuş güzelliktir, kesin güzelliktir, duru güzelliktir…
Ne sivilce sürprizi kalır; ne de aşırı kilo alma verme ihtimali kırkından sonra…
20’li yaşlarında tanıdığınız birisinin dış görüntüsü otuzlu yaşlarda farklılaşabilir ama kırkından sonra kesinleşir dış güzellik…
Şakaklara inen beyazlar, gözlerin kenarlarındaki kırışıklıklar yaşlanmamın değil bilakis “yaşamışlığın” ispatıdır aslında…
Hollywood’’un unutulmaz aktörlerinin aktrislerinin hep kırkından sonraki halleriyle hafızalarda yaşaması bundandır.
Birçok yeni yetme genç güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar unutulur, silinir hafızalardan hemen ama bir Sophia Loren, bir Rock Hudson bir Greta Garbo şarap gibidir…
Güzellik, yakışıklılık dendiğinde o ikonlar belirir önce uslarda…
Ve insan kırkından sonra sadece dış güzelliğin de tek başına bir kıymeti harbiyesi olmadığı gerçeğiyle yüzleşir aslında…

Kırkından sonra gerçek dostluğun ne olduğunu da çok daha iyi anlar insan…
Daha az kazık yer, hayal kırıklığı yaşar.
Yanıla yanıla yanılmamayı öğrenir insan…
Karşısındakinin maskesini yüzünden söküp alabilecek sağlamalarını geliştirmiştir.
Kimin kendisine ne amaçla yaklaştığını en başında hissetme becerisi gelişir kırkından sonra…
İnsanlara dair hata yapma riski azalır…
Yalnızlıktan da tat almaya başlar insan olgunlaştıkça.
Kendisini iyi hissedebilmek için sürekli çevresinde birilerinin mevcudiyetine ihtiyaç duymaz.
Tek başına oturduğu bir mekânda, güneşlendiği kumsalda kendisiyle baş başa kalmaktan sıkılmaz…
Huzur duymaya başlar kendisiyle dertleşmekten insan kırkından sonra…
Ve kırkından sonra maçın ikinci yarısının başladığını da bilir insan…
Yaşadığı günün belki tekrarının mümkün olmayacağının farkındadır.
Bu da “anı” yaşayabilmeyi öğretir insana.
Ki, hayatın sırrı da burada, yani “an”ı yaşayabilmekte değil midir?

Sizi bilmem ama ben hiçbir zaman 18’li yirmili yaşlarıma dönmek istemedim…
40’ı geçeli oluyor bir hayli, elliye çok az kaldı hatta…
Elimde olsa hep 40’ında kalmak isterdim ben…
40 elbette bir dönüm noktası değil…
45 olur, 50 olur…
“Yaşlanarak değil yaşayarak tecrübe kazanılır, zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.” der Peyami Safa…
Ama şuna inanıyorum; hayat deneyimlerle güzeldir…
Benim gibi pipoya düşkün olanlar bilir, pipo kullanıldıkça tat verir…
Hiç kullanılmamış yepyeni bir pipoyu içerken tahtanın yanık tadı da gelir ağzınıza…
Kullanıldıkça, eskidikçe pipo gerçek kıvamını bulur…
Yaşamak da bence böyle bir şey…
Gençlik açık büfenin önünde yemeyeceği şeyleri, yiyemeyeceği kadar çok bir biçimde tabağa tepeleme doldurma çabasıdır…
Ama olgunluk insanın canının ne çektiğini ve midesinin ne kadar alabileceğini bilebilmektir bu anlamda…
Gençlik iştahsa, olgunluk hazımdır!
Gençlik kişinin hayat “puzzle”ın parçalarını daha ancak incelemekle meşgul olduğu yaşlardır…
Olgunluk artık “puzzle”da belirginleşen resmi seyrettiği dönemdir insanın.
Gençlik tırmanılan yokuş, olgunluk ulaşılan düzlüktür…
Gençlik dev dalgalarla boğuşulan bir okyanus, olgunluk dönemi ulaşılan sessiz, sakin, huzurlu koydur…

300’ün üzerinde şarkının sözlerini yazmış Fikret Şeneş’in unutulmaz eserinde şu ifadeler yer alır: “… Bırak varsın geçsin yıllar, bitsin artık bu korkular. Her yaşın ayrı bir güzelliği var…”

40’lı yaşların insana sunduğu zevkler, gençliğin yaşattıklarından çok daha fazladır bence.
Ama nedense kırkından sonra paniğe kapılır, 18’li, yirmili yaşlarına dönebilmeyi arzular insan.

Ruj sürerek, papyon takarak ebeveynlerine öykünen çocukların hali ne kadar komikse…
Yaşının hakkını vermeyerek, hala genç olduğunu ispatlamaya çabalayanların durumu da aynı oranda komiktir aslında…

Ve bu yüzden Platon’un ifadesiyle “hiç ölmeyecek gibi yaşayanlarla” ve “hiç yaşamadan ölenlerle” doludur mezarlıklar…

Kaynak: Uğur Oral